deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Temmuz 2012 Cumartesi

doğruya dair

hep aynı  şey gerçeğe dokunur gibi yapıp hemen tornistan eyliyoruz.aslında bizimkisi kayıtsız şartsız teslimiyet başka açıklaması yok!!!çevrenizde bundan şikayet edenleri görürseniz pek aldırmayın bunlar kısaca kendine acıyan korkak tiplerdir;

"(Evet yoktur halkların vicdanı.Neden bu haldeyim dersiniz?)İçlerinden hiç silinmez onların eli kanlı meduzalar.Vicdan dediğin yalnızca okuyan gençliğin küçük bir parçasında var.-Sürdükleri jölelerden yapış yapış olsada saçları.Yiyip bitirsede onları, gözlerinde taşıdıkları bohem sarısı duyguları-.."
 
hep bildik bilmeceler dahilinde sorular sorup başımızdaki bezirganların uygun gördüğü yanıtlarla debelenip duruyoruz oysa.ki gerçeklik  çok açık inanın süslü laflara hiç ihtiyacı yok.

Steppe Horses, Aliza Souleyeva Alexander
lamı cimi yok bezirgan saltanatında yaşıyoruz
dostluklarıda arkadaşlıklarıda belirleyen parasal davalar
öykü hep aynıydı da belki bu denli suratımıza tükürürcesine kendini göstermiyordu
insan denen varlığın alçaklıkta sınır tanımadığı bir gerçek tüm canlılar içinde alçaklıkta sınır tanımayan tek varlık.hakikatle kimsenin ilgilendiği yok tek gerçek çıkarlarımız ve onların gösterdiği doğrultu  

akintiyakarsiakintininicinde

"zincirlerin ağırlığıyla kenetlenmişsin dünyaya ,
gelgelelim doğru olan, çatlatır duvarları.
uyanırsın ve yolunu bulmaya çalışırsın karanlıkta,
yöneldiğin, kimsenin bilmediği bir çıkıştır."

Ingeborg Bachmann

22 Nisan 2012 Pazar

parazitusların günlüğü-4

yalanlar ve vehimler üzerine kurulu bir ülke de en büyük soruların yanıtı çok küçüktür ve hiçbir zaman yanıtlanmaz ..aslında yanıt ortadır ama kimse görmek istemez hep üstünden atlanır çünkü herkesin kendine göre yanıtları vardır ve bu yanıtlar büyük oranda zamana ve koşullara göre değişebilir; savaş var dersiniz o bizim savaşımız değil derler insanlar ölüyor dersiniz birgün hepimiz öleceğiz derler yoksulluk dersiniz çalışmıyorlar çalışsalar onlarda yoksul olmaz derler vs vs her sorunun akıl almaz bir yanıtı mutlaka vardır bu ülkede..
 "Ey imece ile başsız gömülecek derviş
 Sen kendin o zamandan değilsin 

 Ya bu hikayeyi nereden bilirsin?
 Ey ustalıkla taşeronluğu birbirine karıştıran ve
 Yaşayan okur!
 Sen yabancı değilsin bense bir fakir derviş." 

ece ayhan ne güzel söylemiş yeter ki umut olsun adalet olsun biz hep  'fakir derviş'olarak kalalım...
yalanlara ve zulme dur diyebilsin insanlar
kapatmayalım gözlerimizi haksızlığa ve adaletsizliğe................


 Akintiyakarsiakintininicinde

15 Nisan 2012 Pazar

parazitusların günlüğü-3

No Way Back
hayat akıp gidiyor hep daha güzel bir günün aydınlık bir şafağın doğuşunu beklemekle geçti-geçiyor günlerimiz...umut şarkısını detone bir şekilde gittikçe sessizleşen bir ritimle söylemeye devam etsek de dinleyiciler çoktan salonu terkettiler...fazla bir seçenek yok ortada dinleyicisine ulaşamamış bir şarkı ve artan bir şekilde ışığını daha çok yitiren bir solist!oysa gelen tüm havadisler dışardaki havanın iç karartıcı bir hal aldığını gösteriyor;öykü çıkmaza girerken kurtuluş için koşması gerekenlerin nefesi kesilmiş bir halde oldukları yerde bildik nakaratları tekrarlaması tedirginliği artırmaktan başka bir işe yaramıyorortalık toz duman bir kaçışmadır almış başını gidiyor çevremiz alabildiğine sessiz tüm sıçanlar gemiyi terketti yürümemiz gerekiyor ama kaptan ortalıkta yok rota alabildiğine karmaşık ve umut o denli uzak...............

    Akintiyakarsiakintininicinde

9 Aralık 2011 Cuma

ikilem

günler geçiyor aylar geçiyor bir bitimsiz karabasanın içinde buhar olup kaybolup gidiyorum ve hayat yada adına ne derseniz o devam edip gidiyor umut yok özlemler kendi hüznünde boğulmuş şarabın kırmızısında son noktanın nerde olduğunu soruştururken kavganın sıcaklığı içimi sarıyor inadına yaşamaya devam et diyor  bildik bir senaryonun beceriksiz bir figüranı olsamda birşeylerin değişebilir olduğunun olasılığı yürümek için mazerete dönüşüyor insanın kendini inkar ederek nereye kadar devam edebileceğinin deneyi olarak yürümeye devam edeceğim ta ki kendim olana dek....................

akintiyakarsiakintininicinde

The Day After,Edvard Munch

30 Temmuz 2011 Cumartesi

yanılgı hakikate dönüşürse

hayatı doğru okuduğuna inanırsın bunu doğrulamak için bir ömrü tüketirsin ve bir gün birileri karşına çıkıp herşeyi yanlış yaptığını tüm öngörülerinin birer yanılgıdan ibaret olduğunu ve artık bu uzun uykudan uyanman gerektiğini söylerler tekrar tekrar elindeki verileri değerlendirirsin sonucun farklı olması gerekiyordur ve sana değişmen gerektiğini söyleyen denklemde senin kaçırmış olduğun hangi olasılıkları hesaba dahil etmiş onu görmeye çalışırsın denkleme söylenen olasılıkları dahil edip yeniden değerlendirdiğinde sonucun değişmediğini oyunun somut verilerle değil denkleme haksız bir şekilde dahil edilen sanrısal düşlerle ilgili olduğunu farkedersin.anlarsınki bu koşullarda sen hep kaybetmeye mahkumsundur...dönüp ardına baktığında uğruna onca mücadele ettiğin davan ne denli haklı olursa olsun sen hep kaybetmişssindir 

hayat yitik bir düş gibi ellerinden kayıp gitmiştir...


 akintiyakarsiakintininicinde
Zoltan Gonda 'Harman' Three

7 Mayıs 2011 Cumartesi

yolda

The Seven Guardians of Innocence

saatler biteviye tik taklarını sürdürürken hayat yorgunu yolcu arkası kesilmeyen molalarından birini şarabın kırmızısının eşliğinde vermişti aslında verilen molamıydı  yoksa hayatın kendisimi yolcu bu sorunun yanıtını vermekte zorlanıyordu yol zordu  ve ne yazıkki yürüdükçe renkli tablolarla karşılaşmıyordu mütemadiyen  anlamsız  ve de renksiz bir hüzün onu takip ediyordu bildik desem değil artık gerçekliğide zorlayan ama zorladıkça dahada acıtan bir saçmalıklar silsilesi yolcuyu ve yürüdüğü yolu daha zorlaştırıyordu.bu berbat hikayenin katlanmaya değer  tek yönü değiştirilebilirimin umuduydu ve bu umut gittikçe uzaklaşırken yazgının bu zorbalığına katlanmak daha da çekilmez oluyordu. öykünün karanlığı arttıkça ;bu zorbalığa 
 katlanmak  akılalmaz bir mücadelenin 
 gerektiriyordu.yolcu aralıksız
 küfrediyordu gittikçe ağırlaşan nefretinin ağırlığını 
 taşıyamaz hale gelmişti vs vs....

 akintiyakarsiakintininicinde

30 Kasım 2010 Salı

bakar görmezler ülkesinde yolculuk

Feilds of Revolution

 'Düşün karanlığı ve acı soğuğu iniltilerin yankılandığı bu vadi de' B.B.
"Din-dışı eleştirinin temelini şu oluşturuyor: insanı insan yapan din değil, dini yapan insandır. Yani din, henüz kendine erişmemiş ya da çoktan yitirmiş bulunulan insanın sahip olduğu kendinin bilinci ve kendinin duygusunu oluşturuyor. Ama insan, dünyanın dışında herhangi bir yere çekilmiş soyut bir öz değil. İnsan, insanın dünyası, devlet, toplum anlamına geliyor. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini üretiyor, çünkü kendileri alt-üst olmuş bir dünya oluşturuyor. Din bu dünyanın genel teorisini, onun ansiklopedik özetleme kitabını, onun halksal biçimdeki mantığını, onun tinselci point d'honneur'ünü (onur sorununu), kendinden geçmesini, ahlaksal onaylanmasını, görkemli tamamlayıcısını, teselli ve aklanmasının evrensel temelini oluşturuyor. Din insanal özün doğaüstü gerçekleşmesini oluşturuyor, çünkü insanal öz gerçek gerçekliğe sahip bulunmuyor. Öyleyse dine karşı savaşım vermek, dolaylı olarak dinin tinsel aromasını oluşturduğu dünyaya karşı savaşım vermek anlamına geliyor.
Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.
Halkın aldatıcı mutluluğunu olarak dini ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini isteme, halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor. Öyleyse dinin eleştirisi, dinin aylasını oluşturduğu bu gözyaşları vadisinin tohum halindeki eleştirisi anlamına geliyor."
Karl Marx. Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisine Katkı. Giriş.

10 Kasım 2010 Çarşamba

parazitusların günlüğü-2

 Faust:(Mefistofeles'e)
Your Mothers Voice-Lea Kelley
"Hayır, söyle bana, amaç nedir?
Bu çılgınlık, bu delice hareketler,
Bu adi üçkağıt;
Hepsini bilirim,
Nefret ederim onlardan."
Faust'dan Cadı Mutfağı  bölümünden bir replik
Johann Wollfgang Goethe

değermiydi?tüm bu heyhulanın içerisinde bunca çabaya, telaşa ve yitip giden zamana değermiydi?nasıl olsa birgün inandığın uğruna herşeyi göze aldığın değerleri beş para etmez dangalağın biri çıkıp bambaşka bir amaç uğruna eğip bükecek temsil ettiği inançların tam tersi bir senaryoya malzeme yapacak hem de ne için gözü dönmüş güç istencine payanda kılabilmek uğruna..ve kaybettiklerimizin anılarını bile koruyamazken değil ki onların inançlarını yaşatmak gerçek kılabilmek gündüz niyetine düş görmekti.

akintiyakarsiakintininicinde

19 Eylül 2010 Pazar

"başlangıçta eylem vardı."

"Saçında gecenin soğuk rüzgarı
Birgün kapatırsın bu ufukları
Beklersin köşende sessiz ve yorgun 
Siyah atlarını son yolculuğun"
A.H.Tanpınar

bazen zorlasan da hiçbirşeyi değiştiremezssin doğanın yasaları girmiştir işin içine ne yaparsan yap yeterli olmaz hep birşeyler eksiktir yada beyhude bir çaba olmanın ötesine geçemezsin...o an gerçeği kabul edip şairin dediği gibi son yolculuğumu beklemeli?yada olasılıkların sonsuz olduğu bir denklemde farklı bir yol mu aramalı?gecenin karanlığında hep aynı duvara çarpmaktansa geri dönüp yola ve yolculuğa yeniden mi başlamalı?umut etmek ve yanılsamalarla yetinmek olmadı koşulların değişmesini beklemek..ben bunun yerine yaşamayı yola tekrar yeni baştan başlamayı öneriyorum.goethe'nin dediği gibi "başlangıçta eylem vardı." 
akintiyakarsiakintininicinde

18 Ağustos 2010 Çarşamba

ve o gitti....

Franz Kline,Scudera,1961

durmadan erteliyorum sanki saklanabilecek bir yer varmış gibi....
yüzler,renkler hepsi uzaklaşıyor tüm varlığım yanılsamaya dönüşürken ucuz bir öykünün olmasada olur bir figüranı olarak bu durumu beklenileninde ötesinde bir iç huzuruyla karşılıyorum yitip gitmiş bir hayalin kifayetsiz muhterisi olarak yokluğa yargılıyım...

"bana göre değildi bu dünya;bir avuç yüzsüz,dilenci,bilgiç 
kabadayı,vicdansız,açgözlü içindi;onlar için kurulmuştu bu dünya.yeryüzünün,gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar,yaltaklanmasını bilenler için.."
ve o gitti....


akintiyakarşiakintinicinde

1 Temmuz 2010 Perşembe

Olmak- Andre Breton


Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. Kanadı yok umutsuzluğun, akşam vakti deniz kıyısında bir taraçada, toplanmış bir sofrada kalayım demiyor. Umutsuzluk bu, o bir sürü olayların dönüşü değil bu, tıpkı akşam karanlığında bir karıktan öbürüne giden tohumlar gibi. Bir taşın üstündeki yosun ya da su bardağı değil o.

Kardan elenmiş bir gemi o, ya da düşen kuşlara benzetebilirsiniz, ama kanlarının en küçük bir kalınlığı yok. Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. Başa takılan süslerle çevrilmiş küçük bir şey o. Umutsuzluk o. Kopçası bulunamayan inci gerdanlık, bir ipe gelmez, böyle bir şey işte umutsuzluk.

Gerisinden, ondan hiç söz etmeyelim. Başlamışsak bitiremeyiz umutsuzluğu. Saat dört sularında avizeden umutsuzlanırım ben, gece yarısına doğru da yelpazeden umudumu keserim, tutukluların cigaralarından umutsuzlanırım.

Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. Yüreği yoktur umutsuzluğun, el umutsuzlukta hep soluk soluğa kalır, umutsuzlukta kalır öyle aynalar, bize asla ölüp ölmediklerini söyleyemezler. Beni büyüleyen umutsuzluğu gördüm ben.

Yıldızların türkü söyledikleri vakit gökyüzünde uçan bu mavi sineği seviyorum. Şaşılacak, o uzun dolu tanelerine benzeyen umutsuzluğu, o kendini beğenmiş o öfke küpü umutsuzluğu büyük çizgileriyle tanıyorum.

Her gün herkesler gibi kalkıyorum, kollarımı çiçekli bir kâğıda uzatıyorum, hiçbir şeycikler hatırlamıyorum, ama hep umutsuzluğun yardımıyla o geceden koparılmış güzelim ağaçları görüyorum.

Odanın havası davul tokmakları gibi güzel. Zaman içinde zaman bu. Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. Bana bir sırık uzatan perdenin rüzgârı gibi o. Böylesi bir umutsuzluk akla gelir mi! Yangın var! Ah yine geliyorlar...

İmdat! İşte merdivenlere düştüler...

Ve o gazete ilanları, o kanal boyunca ışıklı reklamlar. Kum yığını, git, pis kum yığını! Büyük çizgileriyle önemli değil umutsuzluk.

Bir orman yapmaya giden angarya ağaçlar, bir gün daha yapmaya giden bir yıldız angaryası, ömrümü uzatan bir angarya günleri daha.

Olmak
Andre Breton
Çeviri: İlhan Berk

14 Haziran 2010 Pazartesi

parazitusların günlüğü-1


ülkenin gündemi öylesine hızlı değişiyor ki bir türlü kendimize dönemiyoruz; dönebildiğimiz nadir an'larda ise elle tutulur birşeyler görmek için çok kalın bir merceğe ihtiyaç var.. tüm bu gündem bombardımanının altında aslında bize dair hiçbirşey yok en nihayetinde nasıl sömürüldüğümüze ve bundan sonra sömüreleceğimize dair it dalaşının karşılıklı cepheye çıkmış insan müsveddelerince beyin dumuruna uğratılmış şekilde sürekli bakıyoruz. parazituslar üstümüzde tepinirken en basit bir düşüncenin kırıntısı bile beynimize yer etmeden aç kalıyoruz,işten atılıyoruz, coplanıyoruz ,suratımıza tükürülüyor tüm bunların üzerine olmayan onur namus ve inançlar aryasının eşliğinde bizde parazituslar familyasına dahil olabilmek için tüm bunları sineye çekip birer hiç olduğumuzu kendimizde onaylıyoruz.....vs vs

akintiyakarşiakintinicinde

18 Şubat 2009 Çarşamba

gün başlarken

bir sabah evden çıktığın da sokakları bomboş buldu... ne işlerini yapan insanlar, ne de başıboş sokak hayvanları çoğu zaman hiç durmayacakmış hissi uyandıran koşuşturmadan eser yoktu.güneş bulutların ardına gizlenmişti bu sessizlikten ürkerek...

ayak sesleri kaldırımları çınlatıyordu.her adım atışında üzerindeki ağırlık biraz daha artıyor belli belirsiz içinde bir yerlerde terkedilmişlik hissi uyanıyordu.neredeydi insanlar biranda onları yurtlarından sürgün eden neydi ve kimlerdi?


oysa sabah kalktığın da bugünün diğer günlerden hiçbir farkının olmayacağından adı gibi emindi.ve yaşam bir kez daha yanıltmıştı onu.ne kuş sesleri ne de rüzgarın uğultusu doğa dingin bir bekleyiş içindeydi ve şehir kendisi ile başbaşa kalmıştı... insanın yaşam verdiği hiçbirşeyin bugün anlamı kalmamıştı.onu vareden ondan kendisini soyutlayınca evren o kendine has ritmi için de zamanın akışına dahil olmuştu...


düne kadar anlamlı olan herşey yerini yaşama içgüdüsüne terketmişti onu yaratılışın ilk gününün saflığı ve tecrübesizliğiyle başbaşa bırakarak çekip gitmişti tanrı..............

akintiyakarşiakintinicinde

15 Şubat 2009 Pazar

Yeryüzünde Bir Sürgün

Öyle olaylar vardır ki, çok uzun süre beklendiklerinden, gün gelip gerçekleştiklerinde insanda artık hiçbir gerçeklik izlenimi uyandırmazlar. Yıllar ve yıllar boyu –üniversiteye ayak bastığımdan beri– milyonlarca yurttaşım gibi ben de bugünü bekledim durdum; Hıristiyanlığın benmerkezci görüşünde İsa'nın doğuşu gibi, yaşamımı, yaşamımızı "Önce-Sonra", "Araf-Cennet", "Düşüş-Yeniden Yaratılış" diye ikiye bölecek olan bu büyük günü.
 
Pek kinci biri değilimdir. İçtenlikle inanıyorum ki, kusurlarımın ya da kişiliğimin olumsuz yanları listesinde nefretin yeri yok. Hayatım boyunca İspanyol kültür yaşamındaki girişimlerimin yol açtığı ahlaksal ya da ideolojik çekişmelerin yozlaşarak kişisel çatışmalara dönüşmesini engellemeye çalışmışımdır, başarısız kaldığım zamanlarda –düşmanlık oluşturan ender durumlarda– da unutkanlığım hep öfkemden baskın çıkmıştır.
Öyleyse, o söz konusu olduğunda nefretimin böylesine ayak diremesini nasıl açıklamalı? Şu son haftalardaki upuzun, gerçekdışı cançekişmesi sırasında –o, kendisine yatağında, ihtiyarlıktan ölme iznini vermiş olan tarihsel-ahlaksal adaletsizliği dengeleyen bir tür tıbbi adaletin pençesi altında acımasız bir işkenceyle kıvranırken– nefretim bir an bile yakamı bırakmadı: illetlerinin sayısıyla orantılı olarak artıyora benzeyen bir doktor ekibinin resmi ağızlarının günü gününe verdikleri yeni ve şiddeti giderek artan acıların –gerçekten tüyler ürpertici– haberlerini okurken hiçbir acıma duygusu uyanmadı yüreğimde.
Şimdi burada onun iktidara yükselişinin kanlı tarihçesini çıkarmak niyetinde değilim, otuz dokuz yıl süreyle iktidarda tutunmak için başvurduğu baskı yöntemlerini de anmayacağım: İç Savaş'ın şu dillere destan bir milyon ölüsünü, savaş sonrasında tutuklanan ve kurşuna dizilen yüz binlerce kişiyi, aralarında Picasso'dan Casals'a, Américo Castro'dan Guillén'e, Buñuel'den Cernuda'ya değin, kültür yaşamımızın en seçkin kişilerinin yer aldığı bir milyon kadar İspanyol'un sürgüne gidişini. Onun önderliğinde, işçi sınıfına demir gibi bir askeri disiplinin uygulanması ve köylülere inanılmaz bir baskı yapılmasıyla gerçekleştirilen ekonomik kalkınmanın çelişkili olsa bile şaşırtıcı sayılmayacak sonuçlarına da değinecek değilim. O süreçle 60'lı yıllarda ülkenin bir modern endüstri toplumuna dönüşmesi hedefleniyordu: onun safında yer alan birçok İspanyol'un önlemek için savaştıkları korkunç gerçekti bu; geleneksel, durgun bir İspanya'yı savunan o insanlar böylelikle sonuçta nafile yere ölmüş oldular, içlerinden hayatta kalanlar ise ne Protestan Reformu'nun, ne Aydınlanma Çağı'nın, ne Endüstri Devrimi'nin topraklarımızda yeşertmeyi başaramadığı bazı ekonomik değerlerin görkemli zaferine tanık oldular. Zincirleme dönüşümler: her yıl otuz milyon turistin barışçıl istilası; Avrupa Topluluğu ülkelerine kitle halinde işçi göçü; yabancı, özellikle Kuzey Amerika kaynaklı yatırımların giderek artışı; ülkenin hızla endüstrileşmesi, kırsal kesimde ilkel üretim ilişkilerinden kopuş. Bu temel ve kesin dönüşümler, dinamik, hayat dolu bir toplum yapısıyla, köhnemiş bir siyasal üstyapı arasında giderek genişleyen bir uçurum açarak, onun rejiminin temellerini, görünürdeki gösterişli zaferi oranında, içten içe kemireceklerdi. Modern İspanya'nın hem celladı, hem istemeden yaratıcısı olarak son kırk yılda oynadığı gerçek rolü saptamak bana değil, resmi tarihin sahte dalkavukluklarına da, kara efsanelerin çarpıtmalarına da kulak asmayacak tarihçilere düşüyor artık.
Ölüm saatinin çaldığı şu anda, ben daha çok onun yaşamının İç Savaş sırasında çocuk olan bizler için ne anlama gelmiş olduğunu irdelemeyi diliyorum – bugün yetişkin birer erkek ya da kadın olan bizler, onun yüzünden, gençlik ve sorumluluk nedir bilmeden yaşlanmak gibi acayip bir konuma hüküm giydik. Belki de içinde yaşamak durumunda kaldığımız çağın ayırıcı özelliği de bu oldu: olayların özgür ve yetişkin yaşantısında benliğimizi gerçekleştirme, onun bir seferde sonsuza değin çizmiş olduğu yolun dışında toplumun yazgısını etkileme olanaksızlığı, her birimizin etkinlik alanını kaçınılmaz bir zorunluluk olarak, kendi özel yaşamımızın daracık sınırlarıyla kısıtlamamız ya da kişisel refahımız uğruna, kaba kuvvet yasasının geçerli olduğu bencil bir savaşa atılmamız sonucunu doğurdu. Salt anlık geçim sorununu çözümleme olanağının bile, ona ulaşmak için izlenen yordam ne denli haksız ve acımasız olmuş olursa olsun, savaştan önceki İspanyol toplumunda egemen koşullara kıyasla kayda değer bir iyileşme anlamına geldiği gözümden kaçmıyor; ayrıca İspanyollar'ın çoğunun, refah terimini özgürlük teriminden soyutlayarak, özgürlüklerin varlığını gerekli görmeyen bir "ilerleme"ye oldukça iyi uyum sağlamış olduklarını kabul etmeliyiz. Ancak, daha sonraki iki kuşağın toplumsal ve ahlaksal duyarlıktan az çok nasibini almış, eşitlik ve adalet istemlerini, hiçbir kalkınma ve az çok namuslu yoldan gelişme özgürlüğüyle karşılayamayacak olan erkekleri ve kadınları açısından sistem yıkıcı etki yaptı: tam bir ahlaksal soykırım. Onun kurumlaştırdığı baskı düzeneğiyle baş edebilmenin somut olanaksızlığı karşısında, hepimiz yaşamımızın belli bir anında ya bu diyardan göçmek ya susmamızı ve olduğumuzdan farklı görünmemizi, hatta ilkelerimizi terk ederek kendimizi öldürmemizi, baş eğerek kısırlaşmamızı, düşlerimizi yitirerek inançsız davranmamızı gerektiren bir duruma razı olmak ikilemiyle karşı karşıya kaldık. Ufak bir azınlık, büyük bir cesaretle, üçüncü ve daha güç bir yol seçti: yeraltı savaşının yüceliklerini ve sefaletini. O da sürgit kendi kendini yinelemesinden ve oyuna katılan güçlerin dengesizliğinden ötürü, yakın bir tarihe değin politikayı bir tür uyuşturucuya, muhalefeti İspanyol yaşamında pek sık rastlanan bir tür uyuşturucu bağımlılığına dönüştürdü: olayların çiğ gerçeğinin yalanladığı birtakım afur tafurdan oluşan laf ebeliği ancak o insanların onulmaz güçsüzlüğünün yansıması oluyordu ve mantıklı nedenlerden çok iradeden, hatta imandan kaynaklanan nedenlere dayanıyordu. Uzun süren sürgün, suskunluk, istifa ya da wishful thinking [temenni] sonunda mitomani'ye dönüşüyordu: yıllar ve yıllar süren acı, eziklik, burukluk; bu arada –çoğunlukla o insanların kişisel öngörü yeteneğiyle, hatta doğrudan doğruya İspanyol konjonktürüyle pek ilgisi bulunmayan nedenlerden ötürü– ülkenin genel görünümü değişmedeydi, fabrikalar, siteler ve turistik tesisler dededen kalma doğal görünümü yok ediyor, caddeleri ve karayollarını otomobil selleri dolduruyor ve ulusal gelir on yılda kişi başına 400 dolardan 2 000 dolara fırlıyordu.
Değişmeyen bir oydu: pulların, gazetelerin, devlet dairelerini süsleyen çerçeveli resimlerin Dorian Gray'i idi o; bu arada çocuklar delikanlılık dönemine geçiyorlar, gençler olgunluk çağına erişiyorlar, yetişkinlerin saçları, dişleri dökülmeye başlıyor, Picasso ya da Casals gibi, o yaşadıkça İspanya'ya dönmemeye ant içmiş olanlar, doğdukları ve doğallıkla üstünde yaşayıp kendilerini anlatacakları yer olan topraktan uzakta, mezarlarına giriyorlardı. Onun varlığı her yerde, her biçimde, yazgılarımızı kanun kuvvetinde kararnameyle yöneten iğdiş edici ve keyfi bir babanınki gibi olanca ağırlığıyla üstümüze bastırıyordu. Bugün gibi hatırlıyorum, yirmi yaşımda var-yoktum, onun iktidarını yeren safça bir öykü yazmış, hemen ardından da düşümde beni hapse attıklarını görmüştüm. Kurduğu rejim, kendi oluşturduğu sansürün yanı sıra, daha beter bir şey de yaratmıştı: İspanyollar'ı o dolambaçlı satır-arası yazma ve okuma sanatına, kendilerini sakatlayabilme gibi canavarca bir güçle donatılmış bir sansürcünün varlığını her an hesaba katmaya mahkûm eden bir özdenetim ve ruhsal körelme sistemi. Anlatım özgürlüğü kolayca kazanılan şey değildir. Deneyimlerimle biliyorum ki, ruhumun diyarından saygısız bir konuğu kovabilmek büyük çabalara mal olmuştu bana: görünürde kimse çağırmadan içime girip yerleşmiş olan polisi demek istiyorum. İspanyol gazeteci ve yazarları, o Süper-Ego'nun ağırlığını üzerlerinden atmış olarak yazı yazdıklarını fark ettiklerinde, herhalde benim o beklenmedik boşluk karşısında kapıldığım baş dönmesinin yol açtığı korkunun aynısını yaşayacaklardır – insanın ayakları dibine seriliveren özgürlüğün, düşündüğü şeyi lafı dolaştırmadan söyleyebilmenin korkusunu. Dışa karşı savaşım değil, içeride, ruhun içindeki, Freud'un ünlü deyişiyle "ruh düzeneğinin içindeki" sansür modeline karşı savaşım. Belki de benim çağımın birçok aydını için, kurtuluş çok gecikmiştir, artık sorumlu bir yazı biçimine asla alışamayacaklardır – artık sonsuza değin onun sınırsız gücünün içselleştirilmiş yansıması olan kısırlaştırıcı bir Süper-Ego'nun kurbanı olarak kalacaklardır.
Onun, vasiyetnamesindekiler türünden birkaç basit önermeye dayanan siyasal pragmatizmi –bu yakınlarda okuduğuma göre, "bir strateji uzmanları diyarında tek taktik uzman"mış– kayıtsız şartsız boyun eğmeden başka hiçbir ideolojik bağlılık gerektirmiyordu. Resmi erdemler ve liyakat ölçütlerinde yalnızca onun kişiliğine olan bağımlılık göz önüne alınıyordu. Bu durum, sonuçta –parasal desteklere ve arpalıklara kıskançlıkla el koyan bir yozlaşmış azınlığın yanı sıra– sonu gelmez bir yasal kısıtlılığa mahkûm muazzam bir yurttaş kitlesi yaratıyordu: oy vermek, hükümetinkinden farklı bir düşünceyi savunan bir gazete satın almak, sansürden geçmemiş bir kitap okumak ya da bir film seyretmek, aykırı fikirli başka yurttaşlarla bir araya gelmek, görevini kötüye kullananlara karşı çıkmak, sendikalaşmak hep yasaktı. Alışılmış yaratıcı çıkışlara yönelemeyen bu muazzam enerji potansiyeli kaçınılmaz biçimde nevroza, hoşnutsuzluğa, alkolizme, saldırganlığa, intihar dürtülerine, kişiye özgü minik cehennemlere dönüşüyordu. İspanyol psikiyatri bilimi günün birinde, böyle kendi kendilerinin yozlaştırılmış bir imgesini benimsemeye ve başkalarının karşısında bir sakat, çocuk ya da suçlu tavrını üstlenmeye zorlanan yetişkinler kitlesine yönelik bu hain korumacılığın verdiği sonuçları ciddi olarak incelemeli. Bugün bizi koşullandıran baskılar ve tabular, iktidara boyun eğmenin, resmi değerleri eleştirisiz benimsemenin yarattığı zihinsel alışkanlıklar bir günde kökünden sökülüp atılamayacak. Her bir İspanyol'a kendi hesabına düşünüp kendi hesabına davranmasını öğretmek çetin iş olacak. Korkusuzca okuyup yazmayı, tam bir özgürlükle konuşmayı ve dinlemeyi yavaş yavaş öğrenmek gerekecek. Neredeyse kırk yıl sorumsuzluk ve güçsüzlük koşullarında yaşamış bulunan bir halkın hasta bir halk olması kaçınılmaz, nekahati de hastalığının süresiyle orantılı olarak uzun sürecektir.
Birçok kez –ülkemden duygusal kopuşum gerçekleştikçe ve fiziksel uzaklığa ruhsal nitelikli yeni bir uzaklık eklendikçe– gölgesi yazgımda öz babamınkinden çok daha büyük bir ağırlıkla kendini duyurmuş olan o kişiyi düşünmüşümdür. Hiç yüzünü görmediğim, benim varlığımdan da habersiz biriydi, ama sürgüne gitmeme ve yazına yönelişime yol açan bir olaylar zincirinin kaynağıydı: İç Savaş'ın onulmaz travması ve annemin onun hava kuvvetlerinin yağdırdığı bombaların altında ölmesi; onun yandaşlarının beni uyarlamaya kalkıştıkları ve yaralarını hâlâ taşıdığım tek tip düzene karşı çıkışım; onun görüntüsüne uydurulmuş ve bağrında kendimi yabancı bulduğum bir ülkeden bir daha dönmemek üzere ayrılmak için genç yaşta duyduğum istek. Bugünkü benliğimi ona borçluyum. O beni bir Göçebe Yahudi'ye, hiçbir yere uyum sağlayamayan, hiçbir yerde kendini yuvasında duyamayan bir tür Yurtsuz Juan'a çevirdi. Daha çocukluğumdan beri, çevremle ve kendi kendimle olan çatışmalı ilişkimi yazın yaratısı yoluyla arıtmak için kalemi elime almaya itti beni.
Başkaları benim kadar talihli çıkmadı. Onun sayısız somut kurbanlarından söz etmiyorum; en soylu ideallerinin iflasını, kendi manevi ölümlerini kabullenmek zorunda kalan bütün o insanların vicdanlarında yaptığı yıkımdan ve çöküntüden söz ediyorum. Ya da İspanya'ya zorla benimsettiği düzenin devrilmesine bağlı istek ve umutların yıkılışından: birçokları o düzenin sonunu hiç göremediler. Dünyanın en modern cerrah ekibi onu yapay olarak yaşattığı sırada, Paris'te bir hastanede, kimliği bilinmeksizin, yoksulluk içinde ölüp giden Cumhuriyet Ordusu IV. Tümeni'nin komutanı Cipriano Mera'yı düşünüyorum. León Felipe'yi, Max Aub'u, Julio Alvárez del Vayo'yu ve uğruna özveriyle savaştıkları ilkelere bağlılıklarını sonuna değin koruyan daha nicelerini düşünüyorum. Onun –Goya'nın fırçasına ya da Valle Inclán'ın kalemine layık– uğursuz sonu onlar için çok geç geldi. Kimse onları geri getiremez artık.
Bana gelince, haber benim için de gecikmeli: Bir aşk önerisine, yapıldıktan çok uzun zaman sonra, yapan kişi artık beklemekten bıkıp yaşamını başka birine göre bir hale yola koymuşken evet denmesi gibi bir şey. Gereken çarpıcı etkiyi yapabilmesi için, bundan on beş yıl önce, ben henüz ülkeme olan tutkumu olduğu gibi koruyorken ve toplum yaşamına şimdikinden daha büyük inanç ve coşkuyla katılabilecekken gelmeliydi. 1975'te, şair Luis Cernuda'nın dediği gibi, "küskün bir İspanyol"um – başka şey olamayacağı için İspanyol olan bir İspanyol. Gördüğüm zararın onarılması olanaksız artık; hınçsız, özlemsiz, kendimce yaşayıp gidiyorum.
Hayata korkunç bağlılığı –bitmek bilmez cançekişmesine tanık olanları hayrete düşüren o inatçı direniş– daha birkaç hafta önce, tüm dünyanın protestolarına kulaklarını tıkayıp, tek suçları onun hükümetinin yasallaştırılmış şiddetine şiddetle karşı koymak olan beş genç yurttaşını soğukkanlılıkla ölüm mangasının önüne göndermiş olan o adamın kişiliğine büsbütün karanlık gölgeler düşürüyor.
Söylemesi güç geliyor, yine de kendi ağzımdan zorla çekip alacağım o alışılmış deyişi; ama, elbette ki, hükmetmeyi mezarından sürdürmemesi koşuluyla: onun varlığından sonunda kurtulmuş olan ülkenin yaşayacağı ve rahat nefes alacağı oranda, "huzur içinde uyusun" o da.
Juan Goytisolo: Yeryüzünde Bir Sürgün isimli eserinden