12 Eylül 2009 Cumartesi

yolumuz düştü gurbete

19 Nisan 2009 Pazar

Gecede Ayak Sesleri


Gecede Ayak Sesleri

Her zaman
Ayak seslerini duyarız gecede yaklaşan,
Ve kapı sırra kadem basar odamızdan,

Her zaman, Bulutlar gibi süzülüp giden.

Her gece yatağından
Senin mavi gölgen mi onu uzaklara götüren?
Senin gözlerin ülkelerdir ve ayak sesleri geliyor,
Sardı bedenimi kolların
Ayak sesleri, ayak sesleri
Ah Şahrazad
Gölgeler niçin kurtuluşumu resmeder?

Gelir ayak sesleri girmez içeri.
Bir ağaç ol, Görebileyim gölgeni.
Bir ay ol, Görebileyim gölgeni. Bir hançer ol,
Görebileyim gölgeni gölgemde,
Küller içinde bir gül.
Her zaman,
Ayak seslerini duyarım gecede yaklaşan,
Ve sen yerim olursun sürgündeki,
Zindanım olursun.
Öldürmeye çalış beni
İlk ve son olsun
Yaklaşan ayak seslerinle

Öldürme beni.

Mahmud Derviş Çeviren : Tâvus HÜSÂMEDDİN

18 Şubat 2009 Çarşamba

gün başlarken

bir sabah evden çıktığın da sokakları bomboş buldu... ne işlerini yapan insanlar, ne de başıboş sokak hayvanları çoğu zaman hiç durmayacakmış hissi uyandıran koşuşturmadan eser yoktu.güneş bulutların ardına gizlenmişti bu sessizlikten ürkerek...

ayak sesleri kaldırımları çınlatıyordu.her adım atışında üzerindeki ağırlık biraz daha artıyor belli belirsiz içinde bir yerlerde terkedilmişlik hissi uyanıyordu.neredeydi insanlar biranda onları yurtlarından sürgün eden neydi ve kimlerdi?


oysa sabah kalktığın da bugünün diğer günlerden hiçbir farkının olmayacağından adı gibi emindi.ve yaşam bir kez daha yanıltmıştı onu.ne kuş sesleri ne de rüzgarın uğultusu doğa dingin bir bekleyiş içindeydi ve şehir kendisi ile başbaşa kalmıştı... insanın yaşam verdiği hiçbirşeyin bugün anlamı kalmamıştı.onu vareden ondan kendisini soyutlayınca evren o kendine has ritmi için de zamanın akışına dahil olmuştu...


düne kadar anlamlı olan herşey yerini yaşama içgüdüsüne terketmişti onu yaratılışın ilk gününün saflığı ve tecrübesizliğiyle başbaşa bırakarak çekip gitmişti tanrı..............

akintiyakarşiakintinicinde

15 Şubat 2009 Pazar

Yeryüzünde Bir Sürgün

Öyle olaylar vardır ki, çok uzun süre beklendiklerinden, gün gelip gerçekleştiklerinde insanda artık hiçbir gerçeklik izlenimi uyandırmazlar. Yıllar ve yıllar boyu –üniversiteye ayak bastığımdan beri– milyonlarca yurttaşım gibi ben de bugünü bekledim durdum; Hıristiyanlığın benmerkezci görüşünde İsa'nın doğuşu gibi, yaşamımı, yaşamımızı "Önce-Sonra", "Araf-Cennet", "Düşüş-Yeniden Yaratılış" diye ikiye bölecek olan bu büyük günü.
 
Pek kinci biri değilimdir. İçtenlikle inanıyorum ki, kusurlarımın ya da kişiliğimin olumsuz yanları listesinde nefretin yeri yok. Hayatım boyunca İspanyol kültür yaşamındaki girişimlerimin yol açtığı ahlaksal ya da ideolojik çekişmelerin yozlaşarak kişisel çatışmalara dönüşmesini engellemeye çalışmışımdır, başarısız kaldığım zamanlarda –düşmanlık oluşturan ender durumlarda– da unutkanlığım hep öfkemden baskın çıkmıştır.
Öyleyse, o söz konusu olduğunda nefretimin böylesine ayak diremesini nasıl açıklamalı? Şu son haftalardaki upuzun, gerçekdışı cançekişmesi sırasında –o, kendisine yatağında, ihtiyarlıktan ölme iznini vermiş olan tarihsel-ahlaksal adaletsizliği dengeleyen bir tür tıbbi adaletin pençesi altında acımasız bir işkenceyle kıvranırken– nefretim bir an bile yakamı bırakmadı: illetlerinin sayısıyla orantılı olarak artıyora benzeyen bir doktor ekibinin resmi ağızlarının günü gününe verdikleri yeni ve şiddeti giderek artan acıların –gerçekten tüyler ürpertici– haberlerini okurken hiçbir acıma duygusu uyanmadı yüreğimde.
Şimdi burada onun iktidara yükselişinin kanlı tarihçesini çıkarmak niyetinde değilim, otuz dokuz yıl süreyle iktidarda tutunmak için başvurduğu baskı yöntemlerini de anmayacağım: İç Savaş'ın şu dillere destan bir milyon ölüsünü, savaş sonrasında tutuklanan ve kurşuna dizilen yüz binlerce kişiyi, aralarında Picasso'dan Casals'a, Américo Castro'dan Guillén'e, Buñuel'den Cernuda'ya değin, kültür yaşamımızın en seçkin kişilerinin yer aldığı bir milyon kadar İspanyol'un sürgüne gidişini. Onun önderliğinde, işçi sınıfına demir gibi bir askeri disiplinin uygulanması ve köylülere inanılmaz bir baskı yapılmasıyla gerçekleştirilen ekonomik kalkınmanın çelişkili olsa bile şaşırtıcı sayılmayacak sonuçlarına da değinecek değilim. O süreçle 60'lı yıllarda ülkenin bir modern endüstri toplumuna dönüşmesi hedefleniyordu: onun safında yer alan birçok İspanyol'un önlemek için savaştıkları korkunç gerçekti bu; geleneksel, durgun bir İspanya'yı savunan o insanlar böylelikle sonuçta nafile yere ölmüş oldular, içlerinden hayatta kalanlar ise ne Protestan Reformu'nun, ne Aydınlanma Çağı'nın, ne Endüstri Devrimi'nin topraklarımızda yeşertmeyi başaramadığı bazı ekonomik değerlerin görkemli zaferine tanık oldular. Zincirleme dönüşümler: her yıl otuz milyon turistin barışçıl istilası; Avrupa Topluluğu ülkelerine kitle halinde işçi göçü; yabancı, özellikle Kuzey Amerika kaynaklı yatırımların giderek artışı; ülkenin hızla endüstrileşmesi, kırsal kesimde ilkel üretim ilişkilerinden kopuş. Bu temel ve kesin dönüşümler, dinamik, hayat dolu bir toplum yapısıyla, köhnemiş bir siyasal üstyapı arasında giderek genişleyen bir uçurum açarak, onun rejiminin temellerini, görünürdeki gösterişli zaferi oranında, içten içe kemireceklerdi. Modern İspanya'nın hem celladı, hem istemeden yaratıcısı olarak son kırk yılda oynadığı gerçek rolü saptamak bana değil, resmi tarihin sahte dalkavukluklarına da, kara efsanelerin çarpıtmalarına da kulak asmayacak tarihçilere düşüyor artık.
Ölüm saatinin çaldığı şu anda, ben daha çok onun yaşamının İç Savaş sırasında çocuk olan bizler için ne anlama gelmiş olduğunu irdelemeyi diliyorum – bugün yetişkin birer erkek ya da kadın olan bizler, onun yüzünden, gençlik ve sorumluluk nedir bilmeden yaşlanmak gibi acayip bir konuma hüküm giydik. Belki de içinde yaşamak durumunda kaldığımız çağın ayırıcı özelliği de bu oldu: olayların özgür ve yetişkin yaşantısında benliğimizi gerçekleştirme, onun bir seferde sonsuza değin çizmiş olduğu yolun dışında toplumun yazgısını etkileme olanaksızlığı, her birimizin etkinlik alanını kaçınılmaz bir zorunluluk olarak, kendi özel yaşamımızın daracık sınırlarıyla kısıtlamamız ya da kişisel refahımız uğruna, kaba kuvvet yasasının geçerli olduğu bencil bir savaşa atılmamız sonucunu doğurdu. Salt anlık geçim sorununu çözümleme olanağının bile, ona ulaşmak için izlenen yordam ne denli haksız ve acımasız olmuş olursa olsun, savaştan önceki İspanyol toplumunda egemen koşullara kıyasla kayda değer bir iyileşme anlamına geldiği gözümden kaçmıyor; ayrıca İspanyollar'ın çoğunun, refah terimini özgürlük teriminden soyutlayarak, özgürlüklerin varlığını gerekli görmeyen bir "ilerleme"ye oldukça iyi uyum sağlamış olduklarını kabul etmeliyiz. Ancak, daha sonraki iki kuşağın toplumsal ve ahlaksal duyarlıktan az çok nasibini almış, eşitlik ve adalet istemlerini, hiçbir kalkınma ve az çok namuslu yoldan gelişme özgürlüğüyle karşılayamayacak olan erkekleri ve kadınları açısından sistem yıkıcı etki yaptı: tam bir ahlaksal soykırım. Onun kurumlaştırdığı baskı düzeneğiyle baş edebilmenin somut olanaksızlığı karşısında, hepimiz yaşamımızın belli bir anında ya bu diyardan göçmek ya susmamızı ve olduğumuzdan farklı görünmemizi, hatta ilkelerimizi terk ederek kendimizi öldürmemizi, baş eğerek kısırlaşmamızı, düşlerimizi yitirerek inançsız davranmamızı gerektiren bir duruma razı olmak ikilemiyle karşı karşıya kaldık. Ufak bir azınlık, büyük bir cesaretle, üçüncü ve daha güç bir yol seçti: yeraltı savaşının yüceliklerini ve sefaletini. O da sürgit kendi kendini yinelemesinden ve oyuna katılan güçlerin dengesizliğinden ötürü, yakın bir tarihe değin politikayı bir tür uyuşturucuya, muhalefeti İspanyol yaşamında pek sık rastlanan bir tür uyuşturucu bağımlılığına dönüştürdü: olayların çiğ gerçeğinin yalanladığı birtakım afur tafurdan oluşan laf ebeliği ancak o insanların onulmaz güçsüzlüğünün yansıması oluyordu ve mantıklı nedenlerden çok iradeden, hatta imandan kaynaklanan nedenlere dayanıyordu. Uzun süren sürgün, suskunluk, istifa ya da wishful thinking [temenni] sonunda mitomani'ye dönüşüyordu: yıllar ve yıllar süren acı, eziklik, burukluk; bu arada –çoğunlukla o insanların kişisel öngörü yeteneğiyle, hatta doğrudan doğruya İspanyol konjonktürüyle pek ilgisi bulunmayan nedenlerden ötürü– ülkenin genel görünümü değişmedeydi, fabrikalar, siteler ve turistik tesisler dededen kalma doğal görünümü yok ediyor, caddeleri ve karayollarını otomobil selleri dolduruyor ve ulusal gelir on yılda kişi başına 400 dolardan 2 000 dolara fırlıyordu.
Değişmeyen bir oydu: pulların, gazetelerin, devlet dairelerini süsleyen çerçeveli resimlerin Dorian Gray'i idi o; bu arada çocuklar delikanlılık dönemine geçiyorlar, gençler olgunluk çağına erişiyorlar, yetişkinlerin saçları, dişleri dökülmeye başlıyor, Picasso ya da Casals gibi, o yaşadıkça İspanya'ya dönmemeye ant içmiş olanlar, doğdukları ve doğallıkla üstünde yaşayıp kendilerini anlatacakları yer olan topraktan uzakta, mezarlarına giriyorlardı. Onun varlığı her yerde, her biçimde, yazgılarımızı kanun kuvvetinde kararnameyle yöneten iğdiş edici ve keyfi bir babanınki gibi olanca ağırlığıyla üstümüze bastırıyordu. Bugün gibi hatırlıyorum, yirmi yaşımda var-yoktum, onun iktidarını yeren safça bir öykü yazmış, hemen ardından da düşümde beni hapse attıklarını görmüştüm. Kurduğu rejim, kendi oluşturduğu sansürün yanı sıra, daha beter bir şey de yaratmıştı: İspanyollar'ı o dolambaçlı satır-arası yazma ve okuma sanatına, kendilerini sakatlayabilme gibi canavarca bir güçle donatılmış bir sansürcünün varlığını her an hesaba katmaya mahkûm eden bir özdenetim ve ruhsal körelme sistemi. Anlatım özgürlüğü kolayca kazanılan şey değildir. Deneyimlerimle biliyorum ki, ruhumun diyarından saygısız bir konuğu kovabilmek büyük çabalara mal olmuştu bana: görünürde kimse çağırmadan içime girip yerleşmiş olan polisi demek istiyorum. İspanyol gazeteci ve yazarları, o Süper-Ego'nun ağırlığını üzerlerinden atmış olarak yazı yazdıklarını fark ettiklerinde, herhalde benim o beklenmedik boşluk karşısında kapıldığım baş dönmesinin yol açtığı korkunun aynısını yaşayacaklardır – insanın ayakları dibine seriliveren özgürlüğün, düşündüğü şeyi lafı dolaştırmadan söyleyebilmenin korkusunu. Dışa karşı savaşım değil, içeride, ruhun içindeki, Freud'un ünlü deyişiyle "ruh düzeneğinin içindeki" sansür modeline karşı savaşım. Belki de benim çağımın birçok aydını için, kurtuluş çok gecikmiştir, artık sorumlu bir yazı biçimine asla alışamayacaklardır – artık sonsuza değin onun sınırsız gücünün içselleştirilmiş yansıması olan kısırlaştırıcı bir Süper-Ego'nun kurbanı olarak kalacaklardır.
Onun, vasiyetnamesindekiler türünden birkaç basit önermeye dayanan siyasal pragmatizmi –bu yakınlarda okuduğuma göre, "bir strateji uzmanları diyarında tek taktik uzman"mış– kayıtsız şartsız boyun eğmeden başka hiçbir ideolojik bağlılık gerektirmiyordu. Resmi erdemler ve liyakat ölçütlerinde yalnızca onun kişiliğine olan bağımlılık göz önüne alınıyordu. Bu durum, sonuçta –parasal desteklere ve arpalıklara kıskançlıkla el koyan bir yozlaşmış azınlığın yanı sıra– sonu gelmez bir yasal kısıtlılığa mahkûm muazzam bir yurttaş kitlesi yaratıyordu: oy vermek, hükümetinkinden farklı bir düşünceyi savunan bir gazete satın almak, sansürden geçmemiş bir kitap okumak ya da bir film seyretmek, aykırı fikirli başka yurttaşlarla bir araya gelmek, görevini kötüye kullananlara karşı çıkmak, sendikalaşmak hep yasaktı. Alışılmış yaratıcı çıkışlara yönelemeyen bu muazzam enerji potansiyeli kaçınılmaz biçimde nevroza, hoşnutsuzluğa, alkolizme, saldırganlığa, intihar dürtülerine, kişiye özgü minik cehennemlere dönüşüyordu. İspanyol psikiyatri bilimi günün birinde, böyle kendi kendilerinin yozlaştırılmış bir imgesini benimsemeye ve başkalarının karşısında bir sakat, çocuk ya da suçlu tavrını üstlenmeye zorlanan yetişkinler kitlesine yönelik bu hain korumacılığın verdiği sonuçları ciddi olarak incelemeli. Bugün bizi koşullandıran baskılar ve tabular, iktidara boyun eğmenin, resmi değerleri eleştirisiz benimsemenin yarattığı zihinsel alışkanlıklar bir günde kökünden sökülüp atılamayacak. Her bir İspanyol'a kendi hesabına düşünüp kendi hesabına davranmasını öğretmek çetin iş olacak. Korkusuzca okuyup yazmayı, tam bir özgürlükle konuşmayı ve dinlemeyi yavaş yavaş öğrenmek gerekecek. Neredeyse kırk yıl sorumsuzluk ve güçsüzlük koşullarında yaşamış bulunan bir halkın hasta bir halk olması kaçınılmaz, nekahati de hastalığının süresiyle orantılı olarak uzun sürecektir.
Birçok kez –ülkemden duygusal kopuşum gerçekleştikçe ve fiziksel uzaklığa ruhsal nitelikli yeni bir uzaklık eklendikçe– gölgesi yazgımda öz babamınkinden çok daha büyük bir ağırlıkla kendini duyurmuş olan o kişiyi düşünmüşümdür. Hiç yüzünü görmediğim, benim varlığımdan da habersiz biriydi, ama sürgüne gitmeme ve yazına yönelişime yol açan bir olaylar zincirinin kaynağıydı: İç Savaş'ın onulmaz travması ve annemin onun hava kuvvetlerinin yağdırdığı bombaların altında ölmesi; onun yandaşlarının beni uyarlamaya kalkıştıkları ve yaralarını hâlâ taşıdığım tek tip düzene karşı çıkışım; onun görüntüsüne uydurulmuş ve bağrında kendimi yabancı bulduğum bir ülkeden bir daha dönmemek üzere ayrılmak için genç yaşta duyduğum istek. Bugünkü benliğimi ona borçluyum. O beni bir Göçebe Yahudi'ye, hiçbir yere uyum sağlayamayan, hiçbir yerde kendini yuvasında duyamayan bir tür Yurtsuz Juan'a çevirdi. Daha çocukluğumdan beri, çevremle ve kendi kendimle olan çatışmalı ilişkimi yazın yaratısı yoluyla arıtmak için kalemi elime almaya itti beni.
Başkaları benim kadar talihli çıkmadı. Onun sayısız somut kurbanlarından söz etmiyorum; en soylu ideallerinin iflasını, kendi manevi ölümlerini kabullenmek zorunda kalan bütün o insanların vicdanlarında yaptığı yıkımdan ve çöküntüden söz ediyorum. Ya da İspanya'ya zorla benimsettiği düzenin devrilmesine bağlı istek ve umutların yıkılışından: birçokları o düzenin sonunu hiç göremediler. Dünyanın en modern cerrah ekibi onu yapay olarak yaşattığı sırada, Paris'te bir hastanede, kimliği bilinmeksizin, yoksulluk içinde ölüp giden Cumhuriyet Ordusu IV. Tümeni'nin komutanı Cipriano Mera'yı düşünüyorum. León Felipe'yi, Max Aub'u, Julio Alvárez del Vayo'yu ve uğruna özveriyle savaştıkları ilkelere bağlılıklarını sonuna değin koruyan daha nicelerini düşünüyorum. Onun –Goya'nın fırçasına ya da Valle Inclán'ın kalemine layık– uğursuz sonu onlar için çok geç geldi. Kimse onları geri getiremez artık.
Bana gelince, haber benim için de gecikmeli: Bir aşk önerisine, yapıldıktan çok uzun zaman sonra, yapan kişi artık beklemekten bıkıp yaşamını başka birine göre bir hale yola koymuşken evet denmesi gibi bir şey. Gereken çarpıcı etkiyi yapabilmesi için, bundan on beş yıl önce, ben henüz ülkeme olan tutkumu olduğu gibi koruyorken ve toplum yaşamına şimdikinden daha büyük inanç ve coşkuyla katılabilecekken gelmeliydi. 1975'te, şair Luis Cernuda'nın dediği gibi, "küskün bir İspanyol"um – başka şey olamayacağı için İspanyol olan bir İspanyol. Gördüğüm zararın onarılması olanaksız artık; hınçsız, özlemsiz, kendimce yaşayıp gidiyorum.
Hayata korkunç bağlılığı –bitmek bilmez cançekişmesine tanık olanları hayrete düşüren o inatçı direniş– daha birkaç hafta önce, tüm dünyanın protestolarına kulaklarını tıkayıp, tek suçları onun hükümetinin yasallaştırılmış şiddetine şiddetle karşı koymak olan beş genç yurttaşını soğukkanlılıkla ölüm mangasının önüne göndermiş olan o adamın kişiliğine büsbütün karanlık gölgeler düşürüyor.
Söylemesi güç geliyor, yine de kendi ağzımdan zorla çekip alacağım o alışılmış deyişi; ama, elbette ki, hükmetmeyi mezarından sürdürmemesi koşuluyla: onun varlığından sonunda kurtulmuş olan ülkenin yaşayacağı ve rahat nefes alacağı oranda, "huzur içinde uyusun" o da.
Juan Goytisolo: Yeryüzünde Bir Sürgün isimli eserinden

30 Ocak 2009 Cuma

Meçhul Öğrenci Anıtı


Meçhul Öğrenci Anıtı / Ece Ayhan

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek

28 Ocak 2009 Çarşamba

düş yola ey yabancı

düş yola ey yabancı
sözlerinde ipeğin uğultusu varken yola düş
dilini ihanetin tuzuyla silahla
göreceksineskiden tad aldığın şeyler
tozlu yavan ve acı
ey şiiri biri duyarlık vakfıdır diye
sessizliğin künyesine yazan yabancı
bil, şiir gurbettedir emrah'la
ağzı kanlı bir ağaç selidir pir sultan için
duy, beyazın emeğiyle dokunan
sesini köpüğün ve pirincin
ölümün kovanında arılar
kurarlar balını bilincin
sözlerinde ipeğin uğultusu varken düş yola
ey yabancı, dilini ihanetin tuzuyla silahla

Bedrettin Üzerine Şiirlerden
Hilmi Yavuz

20 Ocak 2009 Salı

Rosa'dan

Jean-Paul Riopelle-Tribute to Rosa Luxemburg
Wronke, 28 Aralık 1916

Sevgili Tilde,

Christmas mektubuna hemen neden olduğu öfkenin etkisinden kurtulmamışken yanıt vermek isterim.Evet, mektubun beni kesinlikle deliye döndürdü (fuchsteufelswild), çünkü çevrene ne ölçüde hapsolduğunu (im Bann deines Millieus stehst) her satırında açık seçik gösterecek kadar kısa ;bu ağlamaklı ton ,sözde bşkalarından kaynaklanan "hayal kırıklıklarına" tuttuğun yas ;oysa birzamanlar insanlığın bütün gizinin kusursuz imgesini yakalamak üzere bakardın aynaya!"Biz" sizin dilinizde özel lağımınızın öteki kara kurbağaları demektir şimdi;bir zamanlar benimleyken ise arkadaş grubun ve ben anlamına geliyordu.Tamam, öyleyse seninle arzu ettiğin çoğul zamiriyle ilişki kuracağım (dann, wart, ich werde Dich per 'Ihr' behandeln).
Hüzünle "yeterince radikal olmadığınızı" düşündürüyorsunuz."Yeterince değil", doğru bir sözcük gibi gelmiyor!Hiç radikal değilsiniz ,sadece omurgasızsınız.Derece olayı değil tür olayı bu."Siz" benden bambaşka bir zoolojik türsünüz ve sizin sefil, itici korkak ve yarı gönüllü varlığınızdan şimdiki kadar nefret etmemiştim asla.Radikal olmaya aldırma diyorsunuz, tek sorun içine çekilmek ve artık yararlı olamamak.Siz sefil, ayrıntıda boğulan ruhlar, bir miktar kahramanlık gösterisi yapmaya sonuna kadar hazırsınız, ama sadece paraya karşı ve hemen karşılığını alabileceğinizi görüyorsanız; düpedüz "evet" -o dürüst ve dobra dobra konuşan adamın basit sözleriyle:"Burada duruyorum , başka birşey yapamam, Tanrı bana yardım etsin"-bu sözlerin hiçbiri sizin için edilmedi.(1)Ne talih ki bugünkü dünya tarihini sizin gibi insanlar yapmıyor, yoksa bir daha düzeltilemezdi ve hala feodalizme saplanmış kalırdık.

Bana gelince ,ben hiç yumuşamadım, son aylarda parlatılmış bir çelik kadar sertleştim ve gelecekte, politik alanda da kişisel dostluklarımda da, en ufak bir ödün vermeyeceğim.Ciyaklama hissini duymak için siz kahramanlardan oluşan bir porte galerisini hayal etmem yeter:O tatlı Haase , itinalı sakalı ve Reihstag'daki kılı kırk yaran konuşmalarıyla Dittmann, kocanızın doğal olarak her türlü sıkıntıya katlanarak peşinden gittiği topal sığır çobanı Kautsky, muhteşem Arthur (Stadthagen)-ah je n'en finirai!(söyleyeceklerim bu kadar değil)Size yemin ederim , kahramanlarınızla "döğüşmek", hatta biraz olsun ilgilenmektense, yıllarca burada kalmayı, cennete yaklaştığımı söylediğim bir yer olarak değil, tersine ışıksız, gözde şairlerimi ezberden okuduğum küçücük hücreli Alexanderplatz'daki delikte oturmayı tercih ederim.Graf Westarp'ı (Reihstag'daki Muhafazakar partinin lideri)tercih ederim;Reihstag'da bir keresinde badem kadifesi gözleriyle konuştuğu için değil, ama bir insan olduğu için.Sana yemin ederim, beni hapishaneden bıraksınlar, siz şarkı söylemeye kalkan kurbağalar sürüsünü borazanlar, kamçılar ve tazılarla avlayıp darmadağın edeceğim.-Penthasilea gibi konuşmak isterdim, ama o zamanda Tanrı aşkına sen Achilles değilsin ki.(2)Yeni YIL selamım yeterli gelmedi mi ?Öyleyse insanoğlu olmaya bak.Asıl önemlisi insan olmaktır, o da herşeye karşı ve herşeyden dolayı , güçlü net ve neşeli olmak demektir, çünkü gözyaşları zayıflara göredir.İnsan olmak yaşamını gerekirse "yazgının terazisine bırakmak" demektir, her güzel gün ve her güzel bulut için sevinmektir - oh, sana nasıl insan olunacağının reçetesini yazamam, tek bildiğim nasıl insan olunacağı.Kaldı ki Berlin dışındaki kırlarda, birkaç saatlik yürüyüşlerimizde ,mısırların üzerinde kıozıl günbatımını izlediğimizde sen de bilirdin.Dünya bütün rezilliklere rağmen çok güzel, ahmaklarla korkaklar olmasaydı daha da güzel olurdu.
Gel yine de seni öpeyim , çünkü aslında iyi bir ruhun var.Mutlu yeni yıllar!

Briefe an Freunde adlı eserden Mathilde Wurm'a yazılmış mektup
1-Kuşkusuz Martin Luther'in ünlü deyişi bu.Rosa, Der Kampf'daki makalesini aynı cümle ile bitirmişti.
2-Penthasilea,Truva'da Greklerle savaşan ve Achilles'in kılıçtan geçirdiği Amazonlar kraliçesi

14 Ocak 2009 Çarşamba

mezar

tükenirdi monolog
kaçarken içine düştüğüm kara toplum
big bang sonrası büyük yalnızlık bilinmeyeni
saçlarında titreyen iblisler karartırken güneşi
üstüste gömülürken
saydam yaşamlar
bir yankı duyulurdu hiç'likten
bütün yalnızlıklarınızın ilenci
korusun çoğulluklarınızı
cinnet koyun erdemin adını
maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
hepiniz mezarısınız kendinizin...

nilgün marmara

5 Ocak 2009 Pazartesi

Yeraltından Notlar'dan


"İster mermi kullanılsın, ister bir oy pusulası. İnsan iyi nişan almalı, Kuklayı değil kuklacıyı vurmalı"
Malcom X

(Yeraltından Notlar'dan DOSTOYEVSKİ)
Şimdi, bir an için insanların aptal olmadığım düşünelim. (Aslına bakarsanız şu sebepten, insanların gerçekten aptal olduklarım söyleyemeyiz: Bütün insanlara aptal dersek, kime akıllı diyeceğiz?) İnsanlar aptal olmasalar bile, şunu söyleyeyim ki, dehşetli nankördürler. Evet, hem de eşi bulunmaz bir nankör. Bana kalırsa insanı, iki ayaklı nankör yaratık diye tarif edebiliriz. Bu kadarla yetinirsek, en önemli kusuru unutmuş oluruz. İnsanın en büyük kusuru, Nuh Tufanı'ndan başlayıp Schlezwig Holstein dönemine dek süren erdemsizliğidir.

Erdemsizlik ve bunun sonucunda ölçüsüzlük. İnsanlık tarihine şöyle bir göz gezdirin, ne göreceksiniz, ihtişam mı? Belki bunun için Rodos heykeli bile yeter! Anayevski, kimilerinin bu heykeli insanların yaptığını, kimilerinin de doğa tarafından yaratıldığını ileri sürdüklerini boşuna söylemiyor ya! Gözalıcılık mı? O da olabilir. Yüzyıllar boyunca her milletin askerinin, sivilinin, yalnızca törenlerde giydikleri üniformalara bakarsak, bunların karşısında şaşırmayacak bir tek tarihçi yoktur. Tekdüzelik mi? Bu da olabilir. Hep dövüşüyorlar; eskiden de, şimdi de, her zaman dövüştüler ve dövüşecekler. Tekdüzeliğe bir tek örneğin yetmeyeceğini hepiniz kabul edersiniz. Sözün kısası, insanlık tarihine birçok şey, hasta bir hayal gücünün uydurabileceği her şey yakıştırılır da, ağırbaşlılık yakıştırılamaz. Daha söze bile başlamadan, lafınızı tıkarlar ağzınıza.

Hayat, karşınıza erdemli, ağırbaşlı, ölçülü, sanki bu şekilde de yaşanabileceğini göstermek ister gibi, etraflarına ışık saçan bilge insanlar da çıkarır. "Eee, sonra?" diyeceksiniz. Sonrası belli: Bu gösteriş düşkünü insanlar, hayatlarının sonlarına doğru tamamen değişerek akla gelmedik çılgınlıklar yaparlar. Sorarım şimdi size: Böyle garip özellikleri olan adamlardan başka ne beklenir? Böyle bir insanın önüne bütün dünya nimetlerini serin, mutluluk denizine, başı kaybolana, hatta su üstünde kabarcıklar çıkana kadar gömün; geçim sıkıntısı çekmeyecek kadar da zenginlik verin. Ballı kaymakları yiyip, yan gelip yatsın; bunun yanında insan neslinin tükenmemesine de çalışsın... Bütün bunlara rağmen bu insan, nankörlüğü yüzünden inanılmaz rezillikler yapar. Balı kaymağı gözü görmez; bilinçli olarak en zararlı, kendi çıkarına en ters düşen hareketleri yapar. Bunun tek nedeni, mantıklı yaşamaktan bıkıp en tehlikeli şeylere kaçan hayal gücünü, her işine sokmak istemesidir.

Çılgınca hayallerini, en beter aptallıklarını bırakmak istemez; çünkü bir piyano tuşu değil de insan olduğunu ispat etmek derdindedir. (Buna sanki çok ihtiyacı varmış gibi.) Aslında tuşlara basıp piyanoyu çalan doğa kanunlarıdır; ama bu çalış sırasında kimse liste dışında bir istekte bulunamayacaktır. Üstelik bu adama, fen bilimleri ve matematiksel sonuçlarla, gerçekten bir piyano tuşu olduğu ispat edilse bile o akıllanmaz, sadece benim isteklerim olacak diye olmadık rezillikler yapar. Eğer bunlara gücü yetmezse, kendi kafasında karışıklıklar, korkunç fırtınalar yaratarak acı duymaya başlar ve en sonunda isteğini elde eder. Dünyanın her tarafına lanetler saçar. Lanet etmek, yalnız insana ait bir özellik olduğundan (bu, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliktir), bu yolla isteklerini elde eder. Bir piyano tuşu değil de insan olduğuna kesin olarak inanır. Şimdi siz, bütün bu karışıklığın, karanlığın, lanetlerin listelerde önceden hesaplanıp önlenebileceğini, böylece de mantığın ağır basacağını söyleyeceksiniz. Böyle bir durumda da insan, isteğinin yapılması için deli taklidi yapar. Buna kesinlikle inanıyorum ve doğru olduğuna da eminim.

İnsanların en önemli işi, sanırım, bir civata ya da piyano tuşu değil de insan olduğunu kendisine ispat etmektir. Bu nedenle başı belaya girse de, mağara adamlarına dönse de onun için farketmez. Gel de günaha girme şimdi: Henüz bu duruma gelmediğimize, iradenin kimbi-lir hangi şeytanın emrinde olmasına rağmen, en azından varolduğuna sevinme. Eğer bana bağırma lütfunda bulunursanız, irademin özgür olduğunu, onun yalnızca normal çıkarlarıma, doğa kanunlarına ve matematiğe uygun olması için çalışıldığını söyleyeceksiniz.
— Hadi efendim, iş listelerle matematiğe dayanıp iki kere ikinin dört etmesinden başka şey olmazsa irade nerede kalır? İradem karışmasa da iki kere iki dört ediyor. Bu, irade demek midir?

Sizlere şaka yapıyorum değerli okuyucularım ve şakalarımın da ne kadar tatsız olduğunu biliyorum. Ama söylediğim her şeyi şaka olarak anlamak da doğru değil. Dişlerimi gıcırdatarak takılıyorum belki size. Ne olur baylar, içimi kemiren bazı soruların cevabını verin bana…